Bütün Sanatlar Allah Vergisidir. ( Waldis )

rsm2.jpgrsm2.jpgrsm2.jpg

2 Mayıs 2010 Pazar

Tiyatro Sanatı..

Tiyatro Sanatı Nedir ?

Hareket ve sözle bir öyküyü canlandırma sanatıdır. Bir ya da daha çok oyuncunun öyküleri canlandırdıkları dinsel törenlerden doğan bu sanatın ortaya çıkış tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Gene de, tiyatro oyunları birçok eski toplulukta ilkel biçimde de olsa sahneleniyordu. Tiyatro sanatı Eski Yunan'da altın çağını yaşadı. Acı çekme ve ölüm gibi acıklı konuları işleyen ve mutsuz bir sonla biten trajedi ile yaşamın gülünç yanlarını ortaya koyan komedi türlerini Yunanlılar yarattı {bak. KOMEDİ; Trajedi). Klasik tiyatro olarak bilinen Eski Yunan oyunları, tıpkı daha yeni sayılan yazarların bir yüzyıl öncesine kadar yazdıkları oyunlar gibi, koşuk biçiminde yazılıyordu. Bugün yazılan oyunların hemen tümü ise düzyazıyla kaleme alınmıştır.
[ Devamı .. ]

Sinema Hakkında..

Sinemanın temel özellikleri

Ülkeden ülkeye, yönetmenden yönetmene büyük üslup değişiklikleri göstermesine ve el kamerasıyla çekilen küçük bir belgeselle milyonlarca dolarlık dev bir üstün yapım arasında büyük farklar olmasına karşın, sinemanın bazı temel özelliklerinden söz edilebilir. Bir kez sinemadaki her şey şimdiki zamanda, filmin izlendiği sırada olur ve nesnelerle insanlar somut görünümleriyle perdede belirir. Bu nitelikleriyle sinema, karanlık salonda tüm dikkatini perde üzerinde yoğunlaştırmış olan izleyiciyi kendi içine alan bir gerçekliğe sahiptir. Ama sinema, gerçeklik duygusu yaratmak için aktüel gerçeği değiştirir. Film izleme deneyimleri sonucu izleyicide oluşmuş kod, kufal ve alışkanlıklar kullanılarak mekânlara değişik anlamlar yüklenebilir.

Sinemanın dört temel özelliği ışık, hareket, gerçeklik izlenimi ve birleştirmedir. Sinemanın teknik temeli saydam bir filmden ışık geçirilerek perdeye görüntü düşürülmesine dayandığından, ışığın ve gölgelerin kullanılış biçimi ve şiddetiyle perdede değişik etkiler ve anlamlar yaratılabilir. Sinemayı öteki grafik sanatlardan ayıran en temel özellik ise harekettir. Hareket aracılığıyla zaman içinde bir öykü anlatmak, dönüşümler ve gerilimler yaratmak olanaklıdır. Nesneler ve insanlar görüntüde gerçekteki biçimleriyle belirdiği için, sinema gerçeklik izlenimini en güçlü biçimde veren sanattır. Sesin kullanımı bu gerçeklik izlenimini daha da güçlendirmiştir. Sinemayı öteki görüntü sanatlarından ayıran temel özellik ise değişik zaman ve mekân parçalarını yansıtan görüntülerin bir filmde istenen uzunlukta ve sırayla art arda birleştirilebilmesidir. Bu öğe çok değişik anlamlar yaratma ve öyküleme olanakları sağladığı gibi, filmin mekânın her yerinde ve zaman içinde dolaşmasına da olanak verir.

Sinemanın anlatım öğeleri

Birçok kuramcı ve yazar, sinemanın konuşma ve yazı dili gibi başlı başına bir dil olduğunu öne sürmüştür. Sinema dilinin sözcükleri ise görüntüler ve seslerdir.

Sinema yönetmeni, kameranın nesnelliğini ve dolayısıyla gerçekliği istediği gibi değiştirerek sinemayı bir anlatım aracı, olarak kullanabilir. Görüntüye ve kameraya ilişkin, yani sinematografik olan anlatım öğelerinin başında çerçeveleme gelir. Çerçeveleme, her film karesi içine neyin alınıp neyin alınmayacağını belirlemektir. İkinci öğe ise kamera açısı ve çekim ölçeğidir. Yönetmen nesnelerin yerini ve ötekilere göre hangi yakınlıkta ve büyüklükte görüleceğini, kameranın uzaklığını ve açısını ayarlayarak belirleyebilir. Üçüncü öğe olan kamera hareketleri ise yönetmene kamerayı belli yönlerde ve hızlarda hareket ettirerek görüntüyü kesmeden mekân içinde dolaşma ve hareketi izleme olanağı sağlar. Kamerayı hareket ettirmemek de bu bağlamda bir anlam yaratabilir. Yönetmen siyahbeyaz ya da renkli film kullanır ve istediği etkiyi yaratmak için ışık ve renk tonlarıyla oynar. Görüntüye ilişkin bu temel anlatım öğelerine, sinemanın yanılsama yaratma gücünden kaynaklanan film hileleri ile son dönemde gittikçe yaygınlaşan ve elektronikoptik sistem ve düzeneklerle gerçekleştirilen görsel efektleri de eklemek gerekir.

Görüntüye ilişkin olmayan temel anlatım öğesi ise kurgudur. Tek bir çekim, kameranın gördüğü çerçeve içindeki mekânı ve şeyleri yansıtır; bunlan bir anlam, duygu ve izlenim yaratacak biçimde kullanmak kurgu ile gerçekleştirilebilir. Görüntülerin belli sürelerle ve belli bir düzende art arda gelmesiyle sinema dili oluşur. İzleyici genellikle farkına varmasa da, bir konulu filmde ortalama her 10 saniyede bir görüntü kesilip yeni bir görüntüye geçilir ve bir filmde ortalama 600 kesme bulunur. Kurgu aynı zamanda, farklı yerlerdeki olayları aynı anda yansıtma olanağını sağladığı gibi, aynı mekânda birbirinden bağımsız gelişen olayların da birlikte perdeye yansıtılmasına olanak verir. Ayrıca, yönetmenler kurguyla çarpıcı etkiler yaratabilir, dramatik vurgular yapabilir ve yaratıcılıklarını gösterebilirler. Kararma, bindirme gibi değişik geçme biçimleri de yönetmenlerce benzer amaçlarla kullanılabilir.

Sinema, bir dizi mekân görüntüsünün zaman içinde sıralanması olarak da tanımlanabilir. Sinemanın zaman öğesi gerçek zamandan farklıdır. Sinemada her saniyede izleyiciye 24 (ya da 16) sabit fotoğraf gösterilir. Bu sayı, hareketi gerçek yaşamdaki hızıyla perdeye yansıtır. Ama bu sayının azaltılıp çoğaltılmasıyla, yani kameranın hızlandırılıp yavaşlatılmasıyla da hareket yavaşlatılıp hızlandınlabilir. Yönetmen sinemada bu olanaktan yararlanarak da değişik anlamlar yaratabilir. Şiddet sahnelerinde hareketin yavaşlatılıp destansı bir havaya büründürülmesi ya da komedilerde hareketin hızlandırılıp komikleştirilmesi bunun örnekleridir.

Kameranın hızıyla oynanmadığı sürece tek bir çekim, hareketi gerçek zaman içinde saptar. Ama yeni bir görüntüye geçilmesiyle birlikte gerçek zaman parçalanır ve sinemasal zaman ortaya çıkar. Sinemasal zaman aracılığıyla gerçek zaman içinde dolaşmak, büyük atlamalar gerçekleştirmek, 100 dakikalık bir film içinde binlerce , yılda geçen bir öyküyü anlatmak olasıdır. Bunun tersine, 100 dakikalık bir filmde çok daha kısa zaman süresi içinde geçen bir öykü de anlatılabilir. Üstelik aynı olay ve an, çok değişik açılardan tekrarlanarak gösterilebilir.

Her filmin kendi içinde bir temposu ya da ritmi vardır. Bu tempo hareketin hızıyla, kamera hareketleriyle, kesmelerin kısalığı ya da uzunluğuyla, müzik ve ses efektleriyle ve öykünün içeriğiyle sağlanır.

Ses ve sinema

Sinemanın önemli bir anlatım öğesi de sestir. Konuşmanın, ses efektlerinin ve 'müziğin filme sağladığı gerçeklik duygusunun yanı sıra ses, yönetmenler tarafından, hem görüntüdeki anlamlan güçlendiren dramatik bir öğe, hem de başlı başına bir anlatım aracı olarak kullanılabilir (bak. fon müziği). "Kafa sesi" adı verilen dış sesle yönetmen, film kişilerinin aklından geçenleri ya da bilinçaltındaki izlenimleri verebilir. Ses ile görüntü çakışıp birbirini güçlendirdiği gibi, çelişerek alışılmışın dışında anlamlar ve duygular da oluşturabilir.

Sinemanın, daha doğrusu konulu filmlerin temel bir anlatım öğesi oyuncudur. Sinema oyunculuğu üzerine değişik anlayışlar ve tarzlar geliştirilmişse de, sinema oyunculuğunun tiyatro oyunculuğundan temel farkı, sinema oyuncusunun çok değişik uzaklıklardan ve açılardan görüntülenebilmesidir. Bu yüzden sinema oyuncusunun "oynamaması", canlandırdığı karakterin gerçek yaşamdaki halini yansıtması, yani "kendisi olması" istenir (bak. oyunculuk).

Görüntülenecek mekânın düzenlenmesine ilişkin olan sanat yönetimi, sahne düzenlenmesi, set tasannu, kostüm ve makyaj gibi öğeler ise yapım tasarımı başlığı altında toplanabilir. Bu öğelere, son dönemde gittikçe artan biçimde kullanılan, sabit ya da elektronik olarak hareket ettirilebilen maketleri ve özel efektleri eklemek gerekir. Tüm bu öğeler yönetmene, gerçek yaşamdaki mekân ve görünümleri kendi amacı doğrultusunda değiştirme olanağı sağlar. Yönetmen, somut, "görünen" görüntüler kullanarak gerçek yaşamdan düşlere, düş ürünü mekanlara, hayallere geçebilir. Bu da sinemasal mekân anlayışını ve kavramını ortaya çıkartır.

Sonuçta bütün bu anlatım öğeleri sinemayı gerçek zaman ve mekândan farklı bir zaman ve mekân kavramına sahip, özgün bir anlatım aracı yapar. Aynı öykü, bu anlatım öğeleri değişik biçimlerde kullanılarak sayısız biçimde perdeye aktarılabilir. Sinema tarihindeki farklı kuramlar ve sinema akımları da bu öğelerin farklı biçimlerde kullanılması ve değerlendirilmesi, birinin daha çok vurgulanıp ötekinin daha az önemsenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu öğelerin nasıl kullanılacağına ve nasıl bir sinemasal gerçeklik yaratılacağına karar veren kişi olan yönetmen, bu yüzden filmin son biçimini, yapısını ve niteliğini belirleyen, filme imzasını atan kişidir. Ote yandan her film izleyici tararından farkında olmadan sinemanın temel anlatım öğeleri aracılığıyla algılanır ve duyumsanır. Bu nedenle de filmler bu anlatım öğeleri açısından yorumlanmalı ve tartışılmalıdır. Sinema türleri. Sinema, sanat dalı olmanın dışında da çeşitli toplumsal amaçlar için kullanılır. Sürekli üretilen birbirinden çok farklı milyonlarca film başlıca, konulu, belgesel, deneysel ve canlandırma olmak Özere dört bölüme ayrılabilir. Konulu filmler, "sinema" dendiğinde ilk akla selen ve bir öykü anlatan filmlerdir. Belgesel sinema ise genelde nesnelerin ve olayların gerçek yaşamda oldukları gibi görüntülenmesine dayanır. Deneysel sinema bir anlatım aracı olarak sinemanın teknik ve estetik sınırlarının ötesini araştıran, yeni anlatım biçimleri deneyen filmleri içerir.

Filmlerin sınıflandırılmasında kullanılan bir başka ölçüt de uzunluktur, tik filmlerin 10 dakika süren tek makaralık yapımlar olmasına kandık bugün, özellikle konulu filmler için 80150 dakika arası bir süre normal uzunluk olarak kabul edilmekte, 60 dakika dolaymdakiler orta uzunlukta filmler, bunun altındakiler de kısa filmler olarak nitelendirilmektedir. Kahramanlarının her bölümde yeni bir öyküde yer aldıkları, birbirini izleyen bir dizi biçimindeki filmlere seriyal adı verilir. Sinemanın ilk yıllarında başlayan ve tutulan kahramanların yeni serüvenleriyle izleyici karşısına çıkmasına dayanan bu uygulamaya 1980'lerde yeniden dönülmüştür.
[ Devamı .. ]

Operet Nedir ?

Operet, olayları gülünç ve toplumsal, siyasal yergi öğeleri içererek anlatanm müzikal sahne oyunudur.

Dünya'da operet

Olay ve kişilerin özelliklerinin sınırı çok belirgin olmadığından opera komikle ayrımını çizmek zordur. Operet, Fransa'da İkinci İmparatorluk boyunca Paris'te çok tutulan bir eğlenceydi. En önemli temsilcisi J. Offenbach'dır. Viyana'da 1870'lerde daha duygusal ve sıcak melodikliğe dayanan yeni bir operet tipi ortaya çıktı. Bu okulun temsilcisi J. Strauss (oğul), F. von Suppe ve K. Millöcker'dir. Giderek yergisel özelliğini yitiren operet, yumuşak müziğiyle müzikal komediye dönüştü. Viyana'da F. Lehar, O. Straus bu türde eserler verdiler.

Türkiye'de operet

Operet, Türkiye'de 19. yüzyı'ın ikinci yarısı ve 20. yüzyıl'ın ilk yarısında yaygın bir tür oldu. Operet besteleyen ilk müzikçi Dikran Çuhacıyan Efendi oldu. Özellikle Leblebici Horhor operetiyle yaygın bir ün kazandı. İsmail Hakkı Bey, doğu müziği sistemleri içinde operetler besteledi. Daha sonra Dr. Suphi Ezgi, Hasan Ferit Alnar, Muhlis Sabahattin Ezgi, Cemal Reşit Rey bu türden ürünler verdiler.
[ Devamı .. ]

Opera..

Opera Nedir?

Opera, baştan sona bestelenmiş, sololu, korolu, orkestralı sahne oyunudur.

Oyuncuların her şeyi şarkıyla anlattığı oyunun metnine "libretto" denir. Oyun süresinin çoğunu sözlü bölümler oluşturur. Sözler, konunun akışına göre belli başlı şu müzik türleri içinde bestelenir: Arya bir kişinin duygu ve düşüncelerini yansıtır. Düet, terzet, kuartet, kentet vb iki, üç, dört ve beş kişinin duygu, düşünce ve konuşmalarını iletir. Resıtatif kişilerin sözlerini konuşurcasına bir-şarkıyla söyledikleri bölümdür. Koro ise oyundaki kamu vicdanının sesini ortaya koyar. Bunların dışında oyun başlarken genellikle bir giriş parçasına (uvertür) ve oyun içinde yer yer orkestra bölümleri ya da geçitleri gibi çalgısal bölümlere yer verilir. Bazı operalarda bale sahneleri de bulunur. Operalarda bütün bu müzik tür ye biçimleri genellikle ayn parçalar olarak arka arkaya gelir. Ama bazılarında (örn. Richard Wagner'inkiler) müzik bir perde boyunca kesintisiz sürer.

Semiha Berksoy (1910 - 2004)

İlk Türk kadın opera sanatçısı ve ressam Semiha Berksoy, 1910 yılında İstanbul’da doğdu. Yüksek dramatik soprana olarak Ankara Devlet ve Opera Balesi’nin başsolistlerinden olan Berksoy, ‘Mezardan Gelen Mektup’ hikayesinin de yazarıydı. Sanatçı, İstanbul Konservatuarı’nda ve Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi Resim ve Tiyatro Okulu’nda eğitim aldıktan sonra, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sesiyle üne kavuştu, Türk ve Avrupa operetlerinde oynadı.

Ulu Önder Atatürk tarafından 19 Haziran 1934 tarihinde takdir edilen Berksoy, ilk Türk operası olan Adnan Saygun’un bestelediği ‘Özsoy’da Ayşim başrolünü oynadı. Aynı yıl devlet bursuyla gittiği Almanya’da Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’nü birincilikle bitiren Berksoy, 1939’da Richard Strauss’un ‘Ariadne Auf Naxos’ operasında Ariadne rolünü oynayarak, Avrupa’da sahneye çıkan ilk Türk opera primadonnası oldu.

Türkiye’ye 1940 yılında dönen Semiha Berksoy, Ankara Halkevi’nde, Carl Ebert’in rejisini yaptığı ‘Tosca’ ve ‘Madame Butterfly’ operalarında oynadı. ‘Il Travatore’ operasındaki rolüyle 30. sanat yılı jübilesini kutlayan Berksoy, Devlet Tiyatrosu’nda da dram bölümünde çeşitli oyunlarda rol aldı. ‘Deli Dolu’ ve ‘Lüküs Hayat’ operetlerinin ilk icrasını da gerçekleştiren sanatçı, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin 50. yılında, TBMM tarafından ilk kadın opera sanatçısı olarak ‘Atatürk Opera Ödülü’ne layık görüldü.
[ Devamı .. ]

Gölge Oyunu Nedir ?


Bir ışık kaynağından yararlanarak iki ya da üç boyutlu herhangi bir nesnenin gölgesinin ya da izdüşümünün herhangi yere düşürülmesine gölge oyunu denir. Her ne kadar Türk kültüründe iki boyutlu tasvirlerden yararlanılarak yarı şeffaf bir perde gerisinde oynatılan Karagöz'ü gölge oyunu olarak biliyorsak da aslında perdede gördüğümüz tasvirlerin gölgeleri değil kendileridir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı gölge oyunu çeşitleri de vardır. Uzakdoğu gölge oyunlarının bir kısmında kuklalar bizde olduğu gibi perde gerisinde oynatılırken bazıları da perde önünde oynatılır.

Gölge oyunu tekniği Asya kökenlidir, bir görüşe göre Cava'dan, bir başka görüşe göre Hindistan'dan bir diğerine göre de Çin'den çıkmıştır. Zaman içinde Asya'dan dünyanın değişik bölgelerine yayılmış ve dünyanın her tarafında oynatılır olmuştur. Gölge oyunlarının Asya'dan dünyanın diğer bölgelerine yayılmasında Türk göçlerinin çok büyük etkisi olmuştur. Türk göçlerine paralel olarak önce Orta Doğu'ya , ardından Afrika'ya ve Balkanlar üzerinden ve Avrupa'ya dek yayılmıştır.

Gölge oyunu tekniği, her toplumun kültürel yapısına göre farklı şekillerde uyarlanarak çok değişik uygulama alanları bulabilmiştir. Burada temel olan "Tekniktir". Her toplum kendi folklorik özelliklerine, dünya görüşüne, dini yapısına, toplumsal ve ekonomik yapısına ve teknolojik seviyesine uygun olarak farklı gölge oyunu çeşitleri geliştirmişlerdir. Örneğin Güneydoğu Asya'da gölge oyunu daha çok dini ya da tarihi (kahramanlık destanları vs.) konularda kullanılıyor, Türk toplumunda ise Karagöz Hacıvat olarak biçimlenen gölge oyunu zaman zaman dini, bazen hiciv (taşlama), bazen de komedi unsuru olarak kullanılmıştır.

Toplumların yaşamlarında din her zaman en belirleyici unsur olmuştur, bu yüzden gölge oyunu da daha çok dini anlatımlar için kullanılmıştır. Karagöz'den örnek verelim; Karagöz sahnesindeki beyaz perde dünyadır, tasvirler (kuklalar) insanlardır, arkadan vuran ışık ise ruhtur. Işık kapanınca ruh gider, perdedeki kuklalar yani dünyadaki insanlar görünmez aleme göçerler.

Ömer Hayyam'ın bir rubaisi de benzer bir örnektir;

Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz

Kuklacı felek usta, kuklalar da biz

Oyuna çıkıyoruz birer ikişer

Bittimi oyun, sandıktayız hepimiz.

[ Devamı .. ]

Seramik Sanatı

Seramik Sanatı Nedir ?

Mimari yapıların iç ve dış yüzeylerindeki sırlı ve sırsız kaplama elemanları, günlük yaşama ilişkin kullanım eşyaları ve fonksiyonel olmayan seramik objeler bu grup başlığı altında toplanır. Çini adı altında değerlendirilen kuvars oranı yüksek ve açık renkli kilden, sır altı ve sır üstü teknikleriyle üretilen kaplama elemanları ve günlük kullanıma yönelik objeler de, bu başlık altında değerlendirilir.

Seramik; metal ve metal alaşımları dışında kalan tüm anorganik maddelerin oluşturduğu bileşimlerinin şekillendirilmesi, dayanıklılık kazanana kadar pişirilmesi bilim ve teknolojisidir. İlk seramik üretimlerden günümüze değin seramik terminolojisi; üretim amaçları ve üretim yöntemlerinin çeşitliliği nedeniyle geniş bir alana yayılmakta, el sanatları, sanat, bilim, teknoloji alanlarında yer almaktadır. Seramik sanatı, tarih öncesi çağlarda başlayan ilk üretimlerinden günümüze, üretim yöntemleri, üretim amaçları ve taşıdıkları kültür boyutu ile varlığını, gelişerek sürdürmektedir. Bu gelişim süreci içerisinde, evrensel ve lokal özellikleri de, yapısında taşımıştır.

Seramik sanatı, çömlekçilik, çinicilik, tuğla ve kiremit üretimi olarak gruplandırılabilir. Çömlekçilik; çömlekçi çarkı, basit tezgah veya elle şekillendirilen kapların üretimini, çinicilik; geleneksel motiflerin dekoratif eşya ve duvar karolarında gösterilen, seramik sır altı, sır üstü dekor uygulamalarını, tuğla ve kiremit; elle, kalıplarla şekillendirilen yapı malzemelerini ifade etmektedir. Çömlekçilik ve çinicilik el sanatı ülkemizde bugünde varlığını korumakta, belirli merkezlerde üretimlerini sürdürmektedirler. Tuğla ve kiremit üretimi günümüzde endüstriyel şekillendirme yöntemleri ve araçları ile üretilmektedir.

Osmanlı Seramik sanatının bilinen üç üretim merkezi, İznik, Kütahya ve Çanakkale’dir. İznik ve Kütahya’da geleneksel seramik üretimi sürdürülmekte, Çanakkale’de geleneksel üretim yöntemleri ile üretilen seramikler ise görsel olarak geleneksel Çanakkale seramiklerini yansıtmamaktadır. Çömlekçilik sanatına, Türkiye’nin seramik malzemenin uygun olduğu hemen her ilinde rastlanmaktadır. Avanos, Kınık, Menemen, Karacasu Çömlekçilik sanatında sürekli ve yoğun üretim yapan merkezlerdir.

Seramik Sanatı- Medeniyetlerini yaratırken insanoğlu önce suyu kullandı, sonra toprağı, sonrada ateşi.En eski insanlarının izlerinin olduğu Anadolu’da insanın beyni, yaratıcılığı, ve yeteneği 8000 yıl öce bir ayaya geldi ve seramik malzemeyi keşfetti. Bu zengin toprak tarih boyunca Lidyalılar, Hititler , Urartu, Bizans, Selçuk, ve Osmanlı gibi bir çok medeniyete kucağını açtı.Onların var olmasına ve yok oluşlarına şahitlik etti.MÖ 6000 de, Çatal höyükte ilk seramik yaratıldığında, Çin Medeniyetinin babası kabul edilen Yang-Shao kültürü ilk seramiklerini yapmak için 2000 yıl daha bekleyeceklerdi

Seramik, Anadolu toprağından doğmuş 8000 yıllık bir gelenek.Seramik, tarihi insanoğlunun tarihi kadar eski, tarih boyunca farklı formlarda, farklı medeniyetlerin içinde ortaya çıktı.Bazen çanak olarak, bazen kap olarak, bazen de süs eşyası olarak yada oyuncak olarak ortaya çıktı. Seramik farklı kültürlerin izlerini taşıyarak tarihe ışık tutan önemli bir araç oldu.

Eğer birisi seramiğin çıkış noktasına bakarsa, görür ki, seramik insanlık tarihinin hiçbir yerinde hiçbir zaman göz ardı edilmemiş.Her zaman, artistik karakteri ve doğaya gösterdiği saygı ile gözler önüne çıkmıştır.

Günümüzün eski uygarlıklarına baktığımızda, seramiğin dinsel idollardan tutunda mimari elemanlara, mutfak eşyaları ve dekoratif eşyalardan tutun da iletişim tabletlerine kadar büyük bir alanda kullanıldığını görürüz.

Anadolu’daki seramik formların tarihteki değişimini izlediğimizde bize insanın gelişimini anlatır. İnsanlar önce avcılık yaptılar. Daha sonra toplayıcılıkla hayatlarını sürdürdüler. Bir süre sonra da yerleşik hayata geçtiler. Yerleşik hayata geçmeleri Neolitik Devrim olarak adlandırılır ve MÖ 8000-10000 yıllarına rastlar. İnsanaoğlu ilk olarak bu bölümde üretmeye başlıyor. İnsanoğlu bir daha vazgeçmeyeceği seramiği

MÖ 6000-8000 yıları arasında, doğada bulduğu malzemeleri karıştırarak keşfeder.

Şimdiye kadar bulunmuş en eski seramik sanat eseri Anadolu’da ortaya çıktı. Tarihte kaydedilmiş en eski seramik keşifleri Anadolu’dadır. En eski yerleşim üniteleri olan Hacılar ve Alacahöyük’te bulunan çanaklar MÖ 6000 yılına ait. Bu el yapımı eserler tarih boyunca seramik dalında yapılmış en eski sanatsal çalışmalardır. Neolitik devirde başlayan seramik üretimi, sadece günlük kullanımlık canak çomlek formunda ortaya çıkmadı. Anadolu insanı seramiğin dayanıklılığından etkilenerek ondan dinsel törenlerde kullandığı tanrı heykelleri yaptı. Süs eşyaları ve takılar yaptı. Kilden yaptığı lambaları mağarasında kullandı, mektuplarını kil tabletlere yazdı, ölülerinin külünü kilden yaptığı çanaklarda taşıdı

Seramik var olduğu medeniyetin sosyal ve kültürel gelişimine ışık tuttu. Türkler Anadolu toprağına ayak bastıklarında önce Selçuklular, sonrada Osmanlılar tarihi mirası devraldılar. Seramik ve çanak ünlü Osmanlı Çinisine dönüştü. Hala bir çok tarihi binada İznik Çinisi canlılığını korumaktadır. 8000 yıl önce bu topraklarda başlayan gelenek batı ve doğu kültürlerini de içine katarak devam etmektedir. Türk seramiği geleneği sanatla ve seramikle birleştiren Osmanlı mirasını devam ettirmekte.
[ Devamı .. ]

Heykel..

Heykel ya da yontu, çeşitli gereçler kullanarak üçboyutlu düzenlemeler yapma, bu yolla yaratılan estetik değerler aracılığıyla da duygu ve düşünceleri iletme sanatıdır.Oluşturulan üçboyutlu yapıt soyut ya da somut olguları canlandırıyor olabilir, betimleyici ya da süsleyici nitelik taşıyabilir.Heykel çok eskiçağlardan beri herhangi bir kişi ya da olayın anısını yaşatmak amacıyla da kullanılmıştır.

Türkler çok eskiçağlardan beri taş işçiliğinde başarılı yapıtlar ortaya koymuşlardır.En eski örneklerine Orta Asya sanatında rastlanır.Orhun Anıtları anıtsal heykeller olarak da düşünülebilir.İnsan figürünün simgesi olarak taştan yontulmuş balballar, babalar da ilkel heykel örnekleridir.İslam dininin benimsenmesinden sonra dinsel kurallar gereği, öteki sanatlarda olduğu gibi heykelde de betimlemecilik bırakılmış, bunun yerine süslemeci yanı ağır basan kabartmacılık, oymacılık, kakmacılık gibi sanatlar öne çıkmıştır.Gene de Anadolu Selçukluları'nın yaptığı yapılarda insan ve hayvan figürlerini kullanan kabartmalara rastlanır.

Mezar taşları, nişan taşları Osmanlı Devleti döneminde de en ince biçimde işlenen, en güzel süslemelerle donatılmış yapıtlar olmuşlardır.Bazen çeşme, şadırvan, havuz, fıskiye gibi yararlı amaçlarla üretilmiş yapıtları da bunlarla birlikte düşünme olanağı vardır.Günümüzde Türk heykel sanatından söz edilirken batı etkisi altında gelişen, çağdaş üçboyutlu düzenlemeler oluşturma sanatı akla gelmektedir.

Sanayi-i Nefise Mektebi Türkiye'de çağdaş heykel sanatı dalında eğitim veren ilk kuruluştur.Oskan Yervant Efendi, bu kuruluşta öğretmenlik yapan Osmanlı yurttaşı ilk heykeltıraşlardandır.Cumhuriyetin kuruluşuna kadar bu okuldan yetişen sanatçılar İhsan Özsoy, İsa Behzat, Mahir Tomruk ve Nejat Sirel olmuştur.

İsa Behzat dışındakiler Cumhuriyet döneminde de yapıt vermişler, ayrıca içinden yetiştikleri okulun geleneği uyarınca yurtdışına gönderilmişler ve onlardan öğretmen olarak da yararlanılmıştır.Çağdaş Türk heykel sanatçıları arasında Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman, Ahmet Kenan Yontunç, Hüseyin Anka adıyla tanınan Hüseyin Özkan, yurtdışında da çalışmalarını sürdüren İlhan Koman, Hüseyin Gezer, Mehmet Şadi Çalık, Kuzgun Acar, Saim Bugay gibi adlar vardır.Bu heykelcilerin yanı sıra Sabiha Bengütaş, Nermin Faruki, Lerzan Bengisu, Günseli Aru gibi kadın sanatçılar da yetişmiştir.

Heykel'in tarihçesi

Heykel ve heykelciliğin tarihi eski zamanlara kadar uzanır. Dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda mermer, ağaç, taş, pişmiş toprak, maden vs. gibi çok çeşitli malzemeden yapılmış heykel ve heykelciklere rastlanmaktadır. Bunlar ve diğer heykeller üzerinde yapılan incelemelerden, heykellerin büyük bir kısmının çeşitli kavimlerin ilah olarak tanıdıkları varlıkları tasvir ettikleri, bazılarının kral-kraliçekahramanları ve kahramanlık olaylarını, bilim, sanat ve sporda meşhur olmuş kimseleri, bir kısmının da çeşitli insan ve hayvanları tasvir ettikleri anlaşılmıştır. Tarihi araştırmalar, ilk heykelin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hakkında herhangi bir netice vermemektedir.

Tarihi çok eski olduğu bilinen heykel ve heykelciliği bu derece yaygınlaştıran asıl sebep, inançtır. Çeşitli devirlerde yaşamış insanların tapındıkları ve ilah tanıdıkları şeylerin ağaç, taş, maden üzerine işlemeleri ve ibadetlerini bunlara karşı yapmaları, heykel ve heykelciliğe cemiyet hayatında geniş yer verilmesine yol açmıştır.

İlk çağ topluluklarında sanatçılar genellikle bir geleneği devam ettirir. Ortaya konan eser, toplumun ortak malı olarak kabul edilir. Dolayısıyla eserler sanatçıları değil üretildikleri kavim ve toplulukların adıyla anılırlar.

İlk çağ heykelciliğinin özellikleri

Tarımsal faaliyetlerin başlamasıyla birlikte, verimsizlik sorununa çare olarak, Magna Mater (Ana Tanrıça) heykelcikleri yapılmıştır. Bu heykelciklerin malzemesi ağaç ya da topraktır.

Heykeller genel olarak aynı duruşu sergiler, kişisel özellik taşımazlar. Baş oranları vücudun geneline göre büyüktür.

Üç boyutlu heykellerde bile uzuvlar çizilerek gösterilir. Heykel yüzeyleri çizilerek süsleme yoluna gidilir.

Türkiye'de Heykeltraşlık

Osmanlı Dönemi’nin son yıllarında heykel alanında da önemli bir gelişme görülmüştür. Osgan Efendi’nin atölyesi ve Nejat Sirel, Mahir Tomruk heykel sanatının ilk öğrenimli sanatçılarıdır. Heykel sanatı Cumhuriyet döneminde iki farklı alanda ilerleme göstermiştir. Canonica’nın İstanbul-Taksim Özgürlük Anıtı, Hanak ve Thorak’ın Ankara-Güven Park Anıtı, Krippel’in İstanbul-Sarayburnu Atatürk Anıtı, Ankara-Ulus İyigün Anıtı bu dönem özelliklerini yansıtır.

Türk heykelcileri de anıt yapımında çalışmışlardır. Nitekim yabancı sanatçıların da katıldığı "Erzurum Anıtı" yarışmasında Ali Hadi Bara birincilik ve Zühtü Müridoğlu ikincilik ödülünü almışlar, "Manisa Anıtı" yarışmasını ise Nejat Sirel kazanmıştır. Heykel sanatının anıtlarına Hakkı Atamulu, Yavuz Görey, Kamil Sonad, İlhan Koman, Hüseyin Gezer, Turgut Pura gibi sanatçılar imza atmışlardır. Heykel sanatında toplumsal gelişmeleri anımsatacak anıtların ilk örneklerini Ratip Aşir Acudoğlu üretmiş ve Menemen Anıtı ile Erzincan Deprem Anıtı, Almanya ve Fransa’da 11 yıl heykel öğrenimi gören sanatçı tarafından yapılmıştır.

1937 yılında Alman Heykel sanatçısı Rudolf Belling, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nün başına getirilmiş, 1954 yılına kadar akademide öğretim üyeliğini sürdürerek çok sayıda öğrenci yetiştirmiş, aynı zamanda heykel çalışmalarını sürdürmüştür. İstanbul Taşlık Parkı'ndaki ve Ankara Ziraat Fakültesi bahçesindeki İnönü heykelleri Belling'e aittir. Ayrıca ülkedeki heykel sergilerinin en önemlilerinden biri yine Belling tarafından İstanbul Teknik Üniversitesi Taşkışla Binası’nda açılmıştır. 1950'lerde başla***** heykel sanatçılarının büyük bir kısmı Belling'in öğrencileridir.

Beril Anılanmert

Daha çok figüratif bir anlayışla ürünler veren bu heykeltıraşlar figüratif-soyut ve non-figüratif denemeler yapmış; Hadi Bara, İlhan Koman, Mehmet Şadi Çalık ve Turgut Pura gibi sanatçılar ise özellikle soyut uygulamalara öncelik tanımışlardır.

1950'lerde Akademi'nin heykel bölümünde Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu'nun etkili olduğu görülür. Soyut çalışmalar ile çeşitli araç ve tekniklerin kullanımı bu döneme özgü bir gelişmedir. Ali Teoman Germaner, Tamer Başoğlu, Gürdal Duyar, Namık Denizhan, Metin Deniz, Meriç Hızal, Rahmi Aksungur gibi heykeltıraşlar, bu okulun öğretim kadrosunda yer almışlardır.

1961 Paris Gençler Bienali Heykel Dalı'nda birincilik ödülü alan Kuzgun Acar, soyut çalışmanın en ilginç örneklerini vermiştir. İstanbul Manifaturacılar Çarşısı'ndaki "Kuşlar" röliefi Kuzgun Acar'a aittir. Figüratif heykele yeni boyutlar getirmeye çalışan Mehmet Aksoy, maden, taş ve ağaç gibi gereçlerle soyut anlatımlara yönelen Ferit Özşen, Saim Bugay, Meriç Hızal, Remzi Savaş, Eyüp Öz ve Yunus Tonkuş, Yavuz Güney, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin Gezer, Haluk Tezonar uluslararası sergilerde iyi dereceler alarak Türk heykel sanatını tanıtan sanatçılardır.
[ Devamı .. ]

Enstalasyon ( Yerleştirme ) Sanatı..

Enstalasyon Sanatı (kısaca enstalasyon), geleneksel sanat eserlerinin aksine, çevreden bağımsız bir sanat nesnesi içermeyip belirli bir mekan için oluşturulan, mekanın niteliklerini kullanıp irdeleyen ve izleyici katılımının temel bir gereklilik olduğu sanat türüdür. Kapalı veya açık mekanlarda yapılabilir.

Kökleri kavramsal sanat ve hatta 20. yüzyıl başındaki Marcel Duchamp'ın hazır-yapımları ve Kurt Schwitters'e kadar giden enstalasyon, diğer adıyla Yerleştirme Sanatı, çağdaş sanatta mimarlık ve performans dışında birçok başka görsel sanat disiplininden de destek alan melez (hibrid) bir tarzdır. Uygulanmasında sanat eserinin sergileme veya gösterim aşamalarını vurgulayan yerleştirme, 1970'lerde şekillenmiştir.

1960'ların ABD ve Avrupa'sında asamblaj ('assemblage') ve çevre terimleri sanatçıların belli bir mekanda bir araya getirdikleri malzemeler için kullanılsa da yerleştirme tabiri sadece eserlerin sergilenme şekli, örneğin resimlerin duvara ne şekilde ve nasıl bir düzende asıldığını ifade etmek için kullanılıyordu. Zamanla galeri mekanının farkındalığı ile ve sanat eserinin mekandan bağımsız gözlenemeyeceği/tecrübe edilemeyeceği fikriyle yerleştirme şekli ve mekan ön plana çıkarılmaya başlanmıştır.

1960'larda 'bir çevre olarak sanat eseri' fikri, izleyicinin sadece bakmakla kalmayıp dünyada yaşadığı gibi sanat eserinin içinde 'yaşaması', hatta zaman zaman onun bir parçası olması beklentisini getirdi. Bu konudaki önemli kişilerden biri Robert Smithson'dır. Yer (daha büyük bir mekan içinde belirli bir yer) ve yer-olmayan (bu yerin galeride fotoğraf, harita, çeşitli malzeme ve dokümanlarla tekrardan sunumu) arasında bir ayırım yapmıştır. Bu ayrım önmeliydi çünkü Smithson ve Michael Heizer, Nancy Holt, James Turrel ve Walter de Maria gibi diğer arazi sanatçıları galeri dışında çalışmalarına rağmen işleri galeri sistemi tarafından sağlanan çerçeveye bağımlı kalmıştır. Smithson, yer ve yer-olmayan arasındaki on farkı aşağıdaki şekilde belirlemiştir:

Günümüz enstalasyonlarında günlük ve doğal malzemelerin yanısıra video, ses, performans, bilgisayarlar ve Internet gibi yeni mecralar da kullanılmaktadır. Önceleri radikal bir sanat yaratım biçimi olarak çıkan yerleştirme sanatı, 1980'lerden itibaren müzeler ve galeriler tarafından tamamen kabul görmüş, 20. yüzyıl sonlarında baskın sanat türü olmuş ve hala da bu özelliğini korumaktadır.

Enstalasyon Sanatçıları :

Spencer Tunick

Barbara Kruger

Lee Bul

Misha Kuball

Diller Scofidio

Christo et Jeanne-Claude

Junichi Kakizaki

Anish Kapoor

Ilya Kabakov

Wim Delvoye

Gary Hill

Vanessa Beecroft

Wolf Vostell

Elisabeth Wierzbicka Wela

Ange Leccia

Norman Dilworth

Ruediger John

Richard Long

Bill Viola

James Turrell

Judy Chicago
[ Devamı .. ]

Peyzaj Sanatı..

Peyzaj bitki envanterini kullanarak yapılan bir işlem olmakla beraber aynı zamanda bir sanattırda özellikle ortaasya ve japonya çevresinde halen bahçe ve düzen çicek düzenleme sanatları icra edilmektedir ama peyzaj sanatının çok eski çaglardada uygulandıgı bilinmektedir bunu en büyük ve en biline örnegi yunan mitoljisinde övgüyle bahsedilen BABİLİN ASMA BAHÇELERİDİr büyük iskenderi fet etmesiyle yunanlıların eline geçen babil şehrinde böyle dir şeye rastlanmamasına ve halen o döneme ait bir kanıt bulunamasına ragmen bu rvayet insanlar tarafından dünyanın 7 harikasından biri sayılacak kadar inanılmıstır.
[ Devamı .. ]

Mimarlık Sanatı..

İnşa yani yapı sanatı. Toplumların dini, siyasî, içtimaî ve iktisadî özelliklerine göre meydana getirilen güzellik, estetik, sağlamlık ve kullanışlılığı kendinde toplayan; mesken, mabed, medrese, hamam, kervansaray, çeşme, köprü, su yolu, bend, türbe, imaret, hastahane, çarşı, bedesten, kütüphane, saray ve kabristan gibi eserlere mimarî eserler denir. Kültür, iklim ve teknik imkanlara bağlı olan mimarlık sanatı ve mimarî eserler devirden devire, milletten millete, iklimden iklime değişiklik göstermektedir. Kullanılan malzemenin cinsine ve özelliğine göre inşaatın şekli ve tatbik edilen usuller de ayrıdır.

Mimarî bir eserde tertip tarzı, büyüklük, ölçülerin birbirine nisbeti ve uygunluluğu gibi unsurlar sayesinde güzellik sağlanmaya çalışılır. Bu maksatla eserlerin ölçülerinde nisbetlerini esas alan matematikle ilgili formüller kullanılır. Mimarlıkta göz önüne alınması gereken bir husus da kullanışlılıktır. Yani yapılan eser kullanış gayesine uygun olmalı, bina içindeki sirkülasyon (hava akışı) ve akustik (ses yayılma) özellikleri iyi bir şekilde sağlanmalı, çeşitli ihtiyaçlar imkanlar nispetinde karşılanmalıdır.

Mimarlık, ihtisas sahalarına göre; dinî mimarlık (cami, mescid, kilise mimarlığı), askerî mimarlık, sivil mimarlık (mesken, sanayi, ticaret, içtimaî ve siyasî mimarlık), şehir mimarlığı ve bahçe mimarlığı gibi şubelere ayrılır.

Mimarlık tarihi insanlık tarihiyle yaşıttır. Yeryüzünde ilk mimarî eser, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’in inşa ettiği Kabe'dir. Kabe-i Muazzama’yı ikinci defa Sit peygamber , Nuh tufanından sonra da Hz. İbrahim ve oğlu İsmail yeniden inşa ettiler.

Türk Mimarisinin Özellikleri Nelerdir ?

Türklerin çok değişik coğrafi koşullar, değişik kültür çevreleri içinde, uzun zaman aralığında oluşturduğu mimari eserler sözkonusu edildiğinde, Anadolu Türk Mimarisine özel bir yer ayırmak gerekir. Yakın zamana kadar, Anadolu Türk sanatı ve mimarisi konusunda araştırma yapanların büyük bir bölümü, bazı önyargılarla bu sanatı ve mimariyi İslam sanatı çerçevesi içinde sınırlı bir yere oturtuyor, oluşumunda katkısı olan öğeleri bu genel çerçeve içinde açıklamaya çalışıyorlardı. Bu tür yaklaşımların başlıca nedeni, Türk sanatı üstüne özgül araştırmaların sınırlı oluşu kadar, araştırmacıların önyargılarından da gelmekteydi. Oysa bugün aynı konuda oldukça yoğun çalışmalar yapılmakta, Türklerin sistemli bir gelişme sonucunda ortaya koydukları Anadolu Türk mimarisinin özgün karakteri açık bir biçimde belirlenerek, daha sağlam genel yargılara varılabilmektedir. Özellikle Türk araştırmacılar bir yandan ayrıntılarına kadar mimari ürünleri geniş yığınlara tanıtmaya çalışmakta, basamak niteliğindeki eserleri gün ışığına çıkarmaktadırlar. Bu tür malzemenin yanı sıra, eserlerin o ortamın siyasal, ekonomik ve sosyal yapısını da belirleyen çalışmaların sürdürülmesi sevindiricidir.

Örnekler :

Erzurum Çifte Minareli Medrese

[ Devamı .. ]

Kültür - Sanat Haberler

 

©2010 Tüm Hakları Saklıdır Sanat Mektebi | by Tahtalı